10 Mayıs 2016 Salı

Osmanlı Devletinde İdam Edilen Maymunlar



Türk milleti olarak geçmişimiz uzun ve görkemlidir. Bütün bu görkemin yanında mazimizde bazı gariplikler var ki insanı hayrete düşürür. İşte mazimizden bir gariplik.
Devir 3. Murat devri bu dönemde İstanbul'da öyle bir olay yaşandı ki akıllara zarar.
Bu olaya gelmeden önce olayın tarihine inmekte yarar var. 
Osmanlı küçük bir beylik iken kısa zamanda büyük bir imparatorluğa dönüştü ve 16. yüzyılda dünyanın süper gücü haline geldi.
Hal böyleyken o devirlerde Osmanlının karşısında duracak hiçbir güç kalmadı.
Karada çok güçlü olan Osmanlı Devleti denizlerde ise karada olduğu kadar başarılı değildi.
Bu açığı kapatmak ve denizlere de tamamen hakim olmak için Osmanlı denizcileri dönemin teknolojisinin yanında hayvan gücünden de yararlanma yoluna gitmişlerdir.
Nedir bu denizlerde hayvan gücü dediğinizi duyar gibiyim. 
Osmanlılar Yavuz Sultan Selim ile Kuzey Afrika'nın fethine başladılar. Bu fetihlerle beraber Kuzey Afrika'da sayıları çok olan maymunlardan yararlanma yoluna gidilmiştir.
Maymunların görme duyuları insanın görme duyularından 2-3 kat daha fazla olduğu için Osmanlılar maymunları gemilerde kullanmaya başlamışlardır.
Kuzey Afrika'dan getirilen maymunlar önce evcilleştirilip bir eğitime tabi tutuluyor sonra ise gemilerde gözcülük yapmaya başlıyorlardı.
Osmanlının gemici maymunları ufuktaki bir düşman gemisini daha önce fark edip tayfalara haber veriyor bu şekilde Osmanlı tayfaları düşmandan önce hazırlanma yahut kaçma imkanını buluyordu.
Nasıl karada at'tan yararlanıldıysa uzun yıllar boyu denizde'de Osmanlılar maymunlardan yararlanmıştır.
 Asıl gariplik şimdi başlıyor.
Kanuni zamanında Kuzey Afrika'nın fethine devam edilirken İstanbul'da maymun sayısı da artmış ve artık maymunlar sadece gemilerde değil İstanbul sokaklarında da görülmeye başlanmıştı.
3. Murat devrine gelindiğinde ise neredeyse her varlıklı ailenin evinde tıpkı kedi köpek gibi evcil maymun bulunmaktaydı.
Maymunların kedi, köpek gibi beslenmesi İstanbul halkı tarafından hoş karşılansa da bu olaydan rahatsız olan bir kişi vardı. Molla Abdülkerim efendi.
Abdülkerim Efendi önceleri sıradan bir imam olsa da Sultan Murat'ın tahta oturmasıyla  Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiştir.
Son derece tutucu bir insan olan Abdülkerim efendi İstanbul'da dolaşan bu maymunlardan pek rahatsızdı.
Bir gün Fatih cami'inde verdiği cuma vaazında bu maymunları gayrimüslimler kötü işlerde kullandığını ve bu maymunlarla zina yaptıklarını söyleyip bütün cemaat'i maymunlara karşı galeyana getirmiştir.
Namazdan çıkan cemaat Abdülkerim efendi önderliğinde doğruca bu maymunların satıldığı dükkanları basıp yakaladıkları maymunları öldürmüşlerdir.
Ayrıca çıkarılan bir fermanla nerede bir maymun yakalansa en yakın ağaca asılıp idam edilmesi istenmiştir.
Dönemin tarihçileri o zamanı İstanbul'da dalında maymun sallanmayan tek bir ağaç kalmadı diye anlatır.
Yaşanan bu olaylardan sonra Abdülkerim efendi Maymunkeş Abdülkerim olarak anılmaya başlandı.
İşte görkemli mazimizde böyle garip olaylarda vardır.
Türkler Ermenilere sözde ''soykırım'' yaptı iddiaları gerçeği yansıtmasa da galiba tarihimizde maymunlara yapılan bir soykırım mevcuttur.
Yaşanan bu olaylardan sonra İstanbul'da sağ kalan tek bir maymun bile kalmamıştır.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Türkler ve Çift Başlı Kartal Figürü



Çift başlı kartal figürü çok eskiden beri insanlar tarafından kullanılan ve kutsal sayılan bir figür olmuştur. doğudan batıya farklı milletler aynı ve farklı zamanlarda bu figürü armalarında bayraklarında kullanmışlardır.
Türk milleti'de bu figürü kullanan milletler arasındadır ve hala günümüzde de çeşitli kurumlarında kullanmaya devam etmektedir.
Yakut Türklerinin inancına göre şaman olacak çocuğun ruhunu bir kartal yemiş ve bu kartal kayın veya karaçam ağaçlarının bulunduğu ormana doğru uçmuş ve burada bulunan bir ağaca konarak yuva yapmıştır. Kartalın buradaki yumurtalarından bir erkek çocuk çıkmıştır ve bu çocuk ilk kam olmuştur.
Kartal motifinin şaman dini inanışından Yakut Türklerine geçtiği ve oradan da Orta Asya Türklerine yayıldığı düşünülmektedir
Orta Asya Türk inancına göre şamanlara gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında refakat eden  koruyucu varlıklar kuş şeklindedir.  Bu nedenle kartal figürü daha eski Türkler zamanında ön plana çıkmış ve kutsal sayılmıştır. Ayrıca Şamanist eski Türklerde kartaldan türeme oldukça yaygındır.
Çift başlı kartal güç ve kudretin sembolüdür ve doğunun ve batının hakimiyetini sembolize eder. Bu yüzdendir ki Türkler kılıç kabzalarında bayraklarında bozkurt figürünün yanında çift başlı kartal figürünü de kullanmışlardır.
Türkler çift başlı kartal figürünü İslamiyetin kabulünden sonrada kullanmaya devam etmiştir. Karahanlı döneminde de yüklemiş olduğu anlamlar İslamiyetten önceki gibidir. Dede Korkut hikayelerinde ise iyiliğin, özgürlüğün ve yiğitliğin sembolü olmuştur.
Çift başlı kartal figürü Anadolu Türklüğü tarafından tapınılacak dini sembol olarak görülmemiş dolayısıyla dini eserler olan camilerin dış cephelerinde, türbelerde süsleme unsuru olarak kullanılmış milli sembole dönüşmüştür.
Türklerde çift başlı kartal figürünü en iyi kullanan ve çift başlı kartalla özleşen devlet Selçuklu devletidir.
Günümüzde'de çift başlı kartal figürü Türk toplumu tarafından sevilen ve kullanılan bir motiftir.
Emniyet Genel Müdürlüğü logosunda, Selçuk Üniversitesi ambleminde, Erzurum Spor armasında, Polis Akademisinin logosunda, Konya Spor armasında,  Konya Büyükşehir Belediyesi ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi amblemlerinde çift başlı kartal figürü kullanılmaktadır

5 Mayıs 2016 Perşembe

BAYRAK



Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!

ARİF NİHAT ASYA

1 Nisan 2016 Cuma

ÖNEMİ BİLİNMEYEN BİR HAFTA

                                       
Ülkemizde mart ayının son haftası 1964 yılından beri Kütüphaneler Haftası olarak kutlanır. Evet dile kolay 52 yıldan beri kütüphaneler haftasını kutluyoruz.
Üzülerek söylüyorum ki birçoğumuz bu haftanın varlığını bile bilmiyor. Kağıt üzerinde kutlanan bir hafta olarak kalıyor ne yazık ki.
Peki böyle bir önemli haftanın bilinmemesinin ve kutlanmamasının ayıbı kime ait?
Ortada toplumu ilgilendiren bir ayıp varsa tabi ki sorumlusu halkımız(!) Bütün suç halkımızda deyip kısa yoldan suçluyu da bulu veriyoruz hemen.
Gönlümüzü daha çok rahatlatmak için suçun nedenlerini de sıralıyoruz. Bizim halkımız kitap okumayı ve kitapları sevmiyor, kütüphaneleri sevmiyor, hatta kütüphanelerde durmaktan dahi nefret ediyor, durum böyle iken bu halk nasıl Kütüphaneler Haftasını kutlasın.
Tamam kabul ediyorum bu konuda batı toplumuyla bizim toplumumuzu karşılaştıracak olursak onlardan birkaç adım geriyiz ama bütün suçu da halkımıza yıkmak yakışı kalmaz.
Geçtiğimiz mart ayında bu konuyla ilgili medyada kaç tane habere rastladınız? Yada bu konuyla ilgili kaç tane yazı okudunuz? Hangi kanallar kütüphaneler haftasından bahsetti? Hangi devlet büyüğü ya da siyasi parti liderleri çıktı da halkımızın kütüphaneler haftasını kutladı? Her gün medyada o kanal benim bu kanal senin diyerek dolaşan aydınlarımızdan hangisi kütüphaneler haftasından bahsetti?
Yaşadığımız ilde ya da ilçede hangi belediye başkanı halkının Kütüphaneler haftasını kutlayan bir pankart astı? (ama seçim zamanı olsa akla gelmeyecek haftaların, günlerin kutlamalarının yazılı olduğu pankartlar her yerde asılı olurdu.)
Öğretmenlerimden kaç tanesi kütüphaneler haftasından bahsetti, bu konu hakkında etkinlik hazırladı?
Bence sorunu halkımızda aramak yerine bu ülkeye yön veren insanlarda aramamız daha doğru olacak.
Bir öğretmenin görevi öğrenciyi hayata hazırlamaktır sınıfta ders saati süresince müfredata bağlı kalarak ders anlatmak değil. Öğrenciyi hayata hazırlamanın yolu da kitaplardan geçmektedir.
Siyasi liderlerin ve aydınların görevi halkı bilinçlendirmektir kanallarda gündem yaratmak değil. Halkı bilinçlendirmekte kitaplardan ve okumayı teşvik etmekten geçmektedir.
Görüldüğü üzere her şey kitaplardan, okumaktan geçtiği halde bu ülkeye yön veren kişi ve kurumlar üzerine düşen görevi yapmamaktadır. Bu halk cahil geldi cahil gider mantığıyla hareket etmektedirler.
Senelerdir halkımız evlilik programlarıyla, çeşitli esrarengiz dizilerle, adada yapılan yarışmalarla, çocuklarımız ve gençlerimiz akıllı telefonlarla, bilgisayar oyunlarıyla, sosyal medyanın gereksiz uygulamalarıyla uyutulup gitmektedir.
Burada halkımıza düşen görev dalıp gittiği uykudan uyanıp kitaplara sarılmak, okumak ve daha çok okumaktır. Ancak bu şekilde bilinçli bir vatandaş olup ülkemizi ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği muasır medeniyetler seviyesine ulaştırabiliriz.
Sözlerime son vermeden önce bütün okul yaşantım boyunca Kütüphaneler Haftasına vurgu yapan tek hocam olan ve benim hayatımda farkındalık yaratan sayın Şerif Kutludağ hocama bu konuda göstermiş olduğu duyarlıktan dolayı teşekkürü borç bilirim.

Geçmiş KÜTÜPHANE HAFTAMIZ herkese kutlu olsun…

25 Mart 2016 Cuma

TÜRKAN BEBEK





1983 yılını gösteriyordu tarihler aylardan Nisanın 27’siydi…
Herkes için sıradan bir gündü o gün. Hiçbir acayiplik yoktu kimse bugünün diğer günlerden farklı bir gün olduğunun farkına varamıyordu.
Aslında diğer günlerden çok farklıydı. O gün gökten bir melek indirilmişti yeryüzüne.
 Günahsız melek tamda Nisanın 27’sinde açmıştı gözlerini bu kötü dünyaya. O gözlerini açtığı vakit mutluluk doldurmuştu her yanı, farklı bir heyecan sarmıştı insanları.
Bu meleğin adı Türkan’dı ama çok kalmayacaktı insanların bu kötü dünyasında sadece 18 ay durup gidecekti geldiği yere.
Belki de gittiği yerde diğer meleklere insanların bu kötü dünyasını anlatacaktı. Acıları, savaşları söyleyecekti.  Bizleri onlara şikâyet edecekti.
Sonra yine sözlerine devam edip diyecekti ki dünyada iyilik denen bir şey kalmamış, insanlar artık insanlıktan çıkmış. Küçücük bir bebeğe bile gözlerini kırpmadan kurşun sıkabilecek bir hâle gelivermişler.
Türkan meleğin dünyada farkına vardığı ilk şey evlerinde iki dil konuşulduğuydu. Evde sadece anası ve babası varken aralarında Türkçe konuşuyorlardı ama eve bir yabancı geldiği zaman evde tek bir Türkçe kelime geçmiyor. Bütün herkes Bulgarca konuşuyordu. Türkan bebek anasının ve babasının neden böyle yaptığını bir türlü anlayamıyordu.
Bir gün anasıyla babası aralarında Türkçe konuşurken kapı çaldı kapının çalmasıyla birden sustular babası kapıyı açmaya gitti. Gelen yan komşuları Ivanka hanımdı. Bulgar kadın bir süre oturduktan sonra gitti Ivanka’nın gitmesiyle babası bağırmaya başladı’’ sanki senin komünist partiye haber uçurduğunu bilmiyoruz aklı sıra bizi denetlemeye geldi neyce konuşuyoruz’’  diye söylendi.
Türkan bebek şimdi anlamıştı durumu sonra birden doğduğu günü hatırladı.
O doğduğu gün babası kurban kesmek istemişti. Yoldan geçen bir Bulgar babasının kurban kestiğini görünce milislere haber vermişti. Babası daha kurbanı kesemeden milislerce götürülmüş anca 2 gün sonra eve gelebilmişti geldiğinde de yüzü gözü mosmor haldeydi.
Türkan’ın babası oradaki Türkler tarafından çok sevilen bir insandı evlerine sık sık Türk misafirler gelir ve Türkan’ın babasıyla saatlerce süren muhabbetler yaparlardı. Yine böyle bir muhabbet sırasında Türkan bebek bir şeyler duymuş ve duyduğu şeyler dikkatini çekince dinlemeye başlamıştı. Duvar dibinde oturan ve komşuları olan Hüseyin Efendi diyordu ki ‘’Buraya gelirken bir haber aldım bugün Ragıp Efendiyi namaz kılarken yakalamışlar ve götürmüşler adamcağızdan hala haber alan yok’’
Türkan bebek şaşkına dönmüştü yoksa burada namaz kılmakta mı yasak? diye düşündü. Ne yazık ki burada sadece namaz kılmak değil bütün ibadetler yasaktı.
Sabah olmuştu Türkan bebek dışarıdan gelen seslerle uyandı ve ağlamaya başladı anası Türkan’a ‘’More Türkan sende uyanacak zamanı buldun ‘’ dedi. Sonrada Türkan’ı sırtına bağlayıp hızlı hızlı yürümeye başladı. Türkan anasının nereye gittiğini merak etti.
Çok sürmeden Türkan’ın merakı son buldu çünkü anası mezarlığa gelmişti. Hemen kadınların olduğu yere gitti orada bir kadın’’ Ragıp’ım’’ diye ağlıyordu Türkan bu ismi dün akşamdan hemen hatırladı demek ölen Ragıp Efendiydi. Ragıp Efendi Bulgar milislerinin işkencelerine dayanamayıp ölmüştü.
Mezarlıktan çıkarlarken Türkan bebeğin dikkatini mezar taşları çekti. Çoğu mezar taşları kırık döküktü. Bu mezar taşlarının böyle olmasının sebepleri Bulgarların Türklere geçmişini unutturmak istemesiydi.
Komünist parti o kadar alçaklaşmıştı ki Türklerin kafasından geçmişini silmek için ölülere bile saygı göstermeyip mezar taşlarını kırmışlardı.
İşte Türkan bebeğin bu dünyada hatırladığı son anısı ise 1984 senesinin Aralık ayına aitti. Türkan bebek o tarihler de 18 aylık tatlı mı tatlı bir kız çocuğu olmuştu.
Aralık ayının 26.günüydü Türkan bebek o gün her zamankinden erken uyanmış öylece etrafı seyrediyordu.  O sırada anası kalktı yatakları topladı sofrayı odanın ortasına koydu ve kahvaltıyı hazırlamaya başladı.
Hep beraber kahvaltılarını yaptıkları sırada Hüseyin Efendi kapıyı çaldı ve içeri girdi. Elinde Bulgarca yazan bir gazete vardı. Gazete de Bulgar Hükümeti tarafından Türklerin isimlerinin değiştirileceği ve yerine Bulgarca isim verileceği kararı alınmış yazıyordu.
Sofradakiler bu olaya çok üzüldüler.  Bulgarlara tahammül edemeyeceklerini anladılar ve seslerini duyurmak için bu kararı protesto etmeye karar verdiler.
O gün nasıl olduysa bu karar bütün Türklere duyuruldu genç, ihtiyar, kadın, erkek,  çoluk, çocuk bütün Türkler sokaklara akın ettiler. Türklerin amacı protesto yürüyüşü yapıp seslerini önce anavatana sonra bütün dünyaya duyurmaktı.
Türkan’ın ailesi de bu yürüyüşe katıldı. Anası Türkan’ı bırakacak kimseyi bulamayınca onu da yanında götürdü. Bulgaristan’da ilk defa Türkler bu denli ayaklanmıştı. O yüzden Bulgar milisleri teyakkuzdaydı.
Protesto yürüyüşü başlamasının ardından belli bir zaman sonra milislerle Türkler karşı karşıya geldiler başlayan tartışma kısa zamanda kavgaya dönüştü. Komünist milisler coplarla tekme tokatlarla Türklere saldırıyorlardı. İşte bu hengâmede Türkan’ın babası milislerin arasında kaldı bu olayı gören annesi ‘’Bırakın kocamı katiller, biz Türk’üz, bize dokunmayın !"diyerek hemen sıçradı ve eşini kurtarmak üzere ileri atladı. 
Tam bu sırada bir silah sesi duyuldu herkes panikle olduğu yere çöktü biraz sonra Türkan’ın annesinin acı feryadı duyuldu sırtındaki yavrusunu kucağına alınca yavrusunun alnından vurulduğunu gördü.
Alnından aldığı mermiyle oracıkta 18 aylıkken şehit düşen Türkan bebek tekrardan geldiği yere melekler arasına döndü. Türkan bebek orada vurulup ölümsüz oldu ve bugün yüreklerimizde hala yaşamaya devam ediyor. Dünya döndükçe büyük Türk milletinin kalbinde yaşamaya devam edecektir.


Not: Bu yazı Şehit Türkan bebeği ve Bulgaristan Türklerinin çektikleri acıları unutmadığımızı, unutmayacağımızı ve unutturmayacağımızı göstermek için yazılmıştır.






23 Mart 2016 Çarşamba

BALKANLARDAN BİR OSMANLI GEÇTİ


                      
Bir milletin tarihine bakıldığında destanlar,  savaşlar, göçler, gösterilen başarılar ya da başarısızlıklar önemli yer tutar.
Biz Türk milleti olarak bu konuda birçok ulusa göre çok şanslıyız nedeni ise çok köklü ve şanlı bir geçmişimiz var. Dünya üzerinde bizim kadar köklü ve şanlı geçmişi olan milletler bir elin parmaklarını geçmez neredeyse.
Orta Asya’dan başlayıp günümüz Türkiye’sine kadar gelecek olduğumuzda sayısız destanlarımız, kahramanlıklarımız hemen akla gelir.
Millet olarak en büyük zaafımız hep kahramanlıklarımız dan bahsederiz Kürşad ihtilali, Malazgirt savaşı, İstanbul’un fethi, Çanakkale savaşı yahut Kurtuluş savaşı gibi.
Dönüp arkaya baktığımızda kaybettiğimiz savaşları çektiğimiz acıları görmeyiz ve tarihin her döneminde yaptığımız gibi bu acılardan ders çıkarmayı bilmeyiz.
Balkanların fethi hemen aklımıza gelir ama yakın tarihimizin olaylarından Balkan savaşlarındaki bozgunu kimse hatırlamak istemez.
1352 yılında Rumeli’ye fetihler için giden atalarımız olduğunu öğrenirken gururlanırız ve her yerde anlatırız ama onların kan ile acıyla ana yurda geri dönmek zorunda kalan torunlarını hemen unutuveririz.
Vatan kaybetmenin ne demek olduğunu bizden daha iyi bilen yoktur ama elimizdeki son kalan ve başka gidecek yerimiz olmayan vatanın değerini bir türlü anlayamayız.
Osmanlı imparatorluğu 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkan coğrafyasından çekilmek zorunda kalmıştır. Balkanlarda kaybedilen her toprak parçası sayısız acıları, ölümleri ve çaresizlik içinde ana yurda yapılan göçleri doğurmuştur.
Evini, tarlasını, malını, mülkünü doğduğu topraklarda bırakmak zorunda kalan Müslüman Türk halkı göç yolunu tutmuş göç yolunu tutamayanlar yahut bu yolun sonunda ana yurda dönmeyi başaramayanlar canlarından olmuştur.
Türklerin 500 yıldan fazla hüküm sürdükleri Balkan coğrafyasında uyguladıkları hoşgörü, kardeşlik politikasını ne yazık ki hasımları çabuk unutmuş ve Balkanlar masum Türk kanlarıyla sulanmıştır.
Balkan göçlerine gelmeden önce Türklerin Balkanlara nasıl geldiklerini ve bu toprakları nasıl yurt tuttuklarına kısaca değinmek isterim.
Osmanlı Devletinin Kuruluşu
Anadolu Selçuklu devleti 1243 yılında Moğollarla yaptığı Kösedağ savaşını kaybetmiş ve yıkılış sürecine girmiştir. Savaş sonunda Moğollar Selçuklu devletinin iç işlerine karışır hale gelmiş öyle ki Sultan indirip Sultan atamaya kadar durumu götürmüşlerdir.
Bu dönemde Selçuklu Sultanları deyim yerindeyse Moğolların Anadolu valisi durumuna gelmiştir.
Anadolu Selçuklu devletinin güçsüz düşmesiyle Anadolu’da siyasi birlik bozulmuş ve tarihte ikinci beylikler diye geçen dönem başlamıştır.
Bu beyliklerden biri olan ve Anadolu Selçuklu devletinin bir uç beyliği olan Osmanoğulları beyliği 1299’da bağımsızlığını ilan etmiştir.
Osmanlı Devletinin Kuruluş Yıllarında Bizans ve Balkanlarda Genel Durum
a)      Bizans İmparatorluğunda Genel Durum
Bizans imparatorluğu 14.yüzyıla gelindiğinde eski görkemli günlerini kaybetmiş toprak bakımından elinde sadece İstanbul ve çevresi kalmıştı.
İmparatorluk iç mücadelelerle ve taht kavgalarıyla yıpranmış ve güç kaybetmişti.
Merkezden uzak tekfurlar bir çeşit feodal bey gibi başına buyruk hareket eder hale gelmiş halk ise ağır vergiler altında perişan bir haldeydi.
b)     Balkanlarda Genel Durum
Bilindiği üzere Türkleri Anadolu’dan atmak ve kutsal yerleri Müslümanlardan geri almak için Papanın yardımlarıyla Avrupa’da ordular kurulup Haçlı seferlerine çıkılmıştır.
Bu Haçlı seferlerinde sadece birincisi istenilen amaca ulaşmış Anadolu’da Selçuk devletine ağır bir darbe vurulmuş ve Kudüs Müslümanlardan geri alınmıştır.
Diğer haçlı seferi istenilen başarıyı gösterememiş hatta dördüncü haçlı seferi rayından çıkarak soluğu Kudüs’te değil İstanbul’da almıştır.
Haçlılar İstanbul’da bir Latin devleti kurarak 1204 yılından 1261 yılına kadar geçen 57 senede İstanbul’u işgal etmişlerdir.
Bu dönemde Balkanlarda bir otorite boşluğu meydana gelmiş ve irili ufaklı Latin Beylikleri kurulmuştur.
1261 yılında İznik İmparatoru ‘’Palaiologos’’ Bizans tahtına oturup Latinleri İstanbul’dan çıkardıktan sonra bu beyliklerde ortadan kalkmıştır.
14.yüzyılda yaşanan bazı olaylardan sonra balkanlarda tekrardan küçük beylikler oluşmuştur bu dönemde balkanlarda en büyük güç olarak Sırp ve Bulgar Kralıkları bulunmaktaydı.
Osmanlının kuruluş yıllarında Bizans ve Balkanlarda genel durum böyleydi. Osmanlı devleti akıllı yöneticilerinin uyguladığı doğru politikalar sayesinde Bizans ve Balkanlardaki bu karışık durumdan iyi yararlanıp gücüne güç katmıştır.
Osmanlı’nın Beylikten Devlete Dönüşmesi ve Balkanlardaki İlk Fetihleri
Osmanlı küçük bir beylik iken kısa zamanda diğer beyliklerden sıyrılıp büyüyüp devlet haline gelmesinin nedenlerine bakacak olursak karşımıza şu nedenler çıkar.
  • ·        İlhanlı devletinin yıkılmasıyla Moğol baskısının sona ermesi
  • ·        .Yöneticilerinin üstün kabiliyette olması ve doğru politikalar uygulanması
  • ·        Coğrafi konumu gereği Bizans’a yakın olması
  • ·        Uyguladığı gaza ve cihat politikasıyla yeni topraklar elde etmesi ve zenginleşmesi
  • ·        Diğer Türk beylikleri ile iyi ilişkiler kurması ve gaza ve cihat anlayışıyla bu beyliklerin takdirini kazanması

Osmanlı devleti kimi kaynaklara göre 1352 kimi kaynaklara göre de 1353 yılında Bizans’tan Çimpe kalesini alarak Rumeli serüvenine başlamıştır.
Bilindiği gibi Orhan Bey Bizans taht mücadelesine dahil olmuş ve verdiği destek sonucunda Bizans İmparatoru Çimpe kalesini Osmanlılara vermiştir.
Süleyman paşa (Orhan Bey’in oğlu) komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Çimpe kalesine yerleşmiş ve bu kale Osmanlının diğer yapacağı fetihler için üst olarak kullanılmıştır.
Süleyman Paşa Çimpe kalesinden sonra Gelibolu ve çevresini de Osmanlı toprklarına katmıştır.
Fethedilen bu yeni topraklara ilk olarak Karesi tarafından getirilen Yörükler iskan edilmiştir.
1361 yılında Sultan Murat Edirne’yi fethederek devletin merkezini buraya taşımıştır.
Başkentin Edirne’ye taşınmasındaki amaç yeni fetihler için burayı üst olarak kullanmaktı.
Çirmen zaferinden sonra Batı Trakya ve Makedonya kapıları iyice Türklere açılmış oldu.
Trakya ve Makedonya tarafına yapılan fetihlerden sonra Aydın, Biga, Karesi gibi yerleşim birimlerinden yeni topraklara on bin kadar Türkmen yerleştirildi.
Osmanlılar yeni fethedilen yerlerin güvenliğini sağlamak ve yurt haline getirmek için iyi hazırlanmış bir iskan yöntemi uyguladılar. Bu iskan yönteminin yanında başıboş göçebeler ve sorun çıkartan aileler, boylar sürgün edilerek Balkan topraklarına yerleştirildi. Balkanlara iskanla yahut sürgünle giden halkın yanında bazı göçmenlerde kendi istekleriyle gönüllü olarak yerleştiler. Balkanların Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında en önemli etkenlerden biriside yeni topraklara halkla giden dervişler ve şeyhler oldu.
Osmanlı devleti Balkanlarda fetih ettikleri yerlere Türkmenleri yerleştirirken bir yandan da cephe gerisini sağlama almak için oradaki Hristiyan tebaayı Anadolu’ya göç ettirdi.
Osmanlı İmparatorluğu 500 yıldan fazla bir dönem Balkanlara hakim oldu ve bu toprakları son zamanlara kadar hoşgörü ve kardeşlik politikasıyla yönetti.
Balkanlar Osmanlı döneminde yaşadığı rahat hayatı bir daha bulamadı. Osmanlının balkanlardan çekilmesiyle bölgede akmaya başlayan kan durmadı ve günümüze kadar sorunlar ortaya çıktı.
Balkanların Türklerin Elinden Çıkması
Osmanlının hoşgörü politikası sayesinde asırlardır kardeşlik içinde yaşayan Balkan halkları büyük devletlerin kışkırtmaları ve Fransız ihtilalinin yaydığı milliyetçilik akımları yüzünden birbirlerine düşman oldu. XIX. yüzyılda Balkan milletleri arasında Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalar başladı. İsyanlar ihtilâllere dönüştü.
İhtilallerin arkasında Avrupa’nın güçlü devletleri vardı. Güçlü devletlerin desteklediği ihtilaller başarıya ulaşmaya başladı ve Osmanlı her geçen gün bir toprağını kaybetti ilk olarak 1830 yılında Yunanistan bağımsız oldu.
Yunanistan’ın bağımsızlığını diğer Balkan ülkeleri izledi. Bu bağımsızlık olaylarında Balkanların her yerinde masum Türkler öldürüldü nice Türk köyleri basıldı. Türkler topraklarını bırakıp can güvenliği için göç yollarına düştüler.
Komitacı Rum, Bulgar, Sırp çetelerinin yaptığı katliamlar o kadar ağır oldu ki bir gece dört beş köy haritadan silindi.
Balkanlardaki soy kırıma büyük Avrupa devletleri sessiz kaldı, görmezden geldi hatta daha ileri giderek soy kırım yapan çeteleri, devletleri destekledi.
Arkasına büyük devletleri alan Balkan devletleri daha düne kadar beraber huzur içinde yaşadıkları kardeş dedikleri Türklere ölüm kusmaya başladılar bağımsızlıkla yetinmeyip Osmanlı’yı balkanlardan atmak için birleştiler.
Oluşturulan ittifakla birinci balkan savaşı başladı ve Bulgarlar İstanbul önlerine kadar geldiler ancak Çatalca’da durduruldular.
Hasta adamın ordusu kendinden kopan devletler karşısında bir çiğ tanesi gibi dağıldı büyük felaket son anda önlendi ve son bir gayretle Edirne’ye kaybettiğimiz toprakları ikinci Balkan harbinde geri alabildik Enver Paşa Edirne fatihi oldu(!). Bu olaylar yaşanırken masum Türk halkı acılar içinde göç yoluna koyuldu. Savaştan kurtulan Türkler göç yolunda hastalıklardan kırıldı göç yollarında mezarlar oluştu.
Ana yurda gelenler büyük bir sefalet çektiler mülteci kampları gibi kamplar kuruldu ve göçmenler o dönemin zor şartlarında hayata tutunmaya çalıştılar.

Sonuca gelecek olursak güzelim vatan Balkanlar elden çıktı masum milyonlarca Türk öldürüldü kundaktaki bebekler hep kundakta kaldı hiç büyümedi savaştan kaçmaya çalışanlar göç yollarında harap oldular kısacası olan yine masum Türklere oldu.